Cumartesi, 16 Temmuz 2016 17:49
gruplarından gelen yüzlerce mesajı atlamadan okumaya çalışırken,
Genelkurmay Başkanlığı’nın 15 Temmuz 2016, saat 22.00 itibariyle “ülkenin yönetimine el koyduğunu” öğrenmiş bulundum. Hükümet ise, “kanunsuz kalkışma yapanlara pabuç bırakmayacağını ve bedelinin en ağır şekilde ödetileceğini”
açıklamıştı. Dakikalar içerisinde Atatürk Havalimanı askerler
tarafından uçuş trafiğine kapatılırken, Boğaz Köprüsü’ndeki geçişler de
askeri tanklarla durdurulmuştu. Ve TRT’nin yayın akışı “darbe adâbı”na uygun bir şekilde, askerin denetiminde gerçekleşiyordu.
Geçmişte
darbelere tanık olanların sosyal medya paylaşımlarından anladığım
kadarıyla, darbe yapıldığında (ki genelde sabaha karşı olurmuş) bütün
kanalların yayın akışı durdurulur; askeri yetkililer TRT ekranlarından
ordunun ülke yönetimine el koyduğunu açıklayarak halkı sükûnete davet
edermiş. Bu arada da parlamenterlerin dokunulmazlıkları kaldırılarak,
başbakan dâhil olmak üzere herkes tutuklanırmış. Oysa bu kez hükümet
temsilcileri birbirleriyle yarışırcasına TV kanallarına açıklamalarda
bulunuyor; cumhurbaşkanı tatil bölgesinden telefonla canlı yayına
bağlanıyordu. Tabii internet çağında olmamızın da etkisi olabilirdi, ama
sonuç olarak ilginçti. Herkes “bu ne biçim darbe be!” diyordu.
Annemlerden
dinlediğim 80’li dönemlere ilişkin hikâyeler dışında (bana hikaye gibi
gelirdi), 25 yaşıma kadar hiç askeri bir darbeye tanık olmamıştım.
Aslında herhangi bir darbeye de tanık olmamıştım. Demokratik eylemlere
dönük polisin “orantısız güç”üne
ilişkin deneyimlerim dışında, askeri bir yönetimin ne anlama
gelebileceğini idrak edebildiğim hala söylenemezdi. Bunda elbette ki,
yalnızca Ankara ve İstanbul üzerinden yükselen “darbe”
dalgasının, henüz rengini belli etmemesi de etkiliydi. Sosyal medyada,
egemenler arası bir klik çatışması mı, yoksa mevcut iktidarın siyasi
manevra alanını genişletmek amaçlı kurduğu bir mizansen mi olduğu
üzerine çokça tartışma yürütülüyordu.
Oldukça
yakın mesafeden uçuş yapan F16’ların gürültüsü altında, mahalledeki
bütün camilerden aynı anda yükselen salâ seslerine kulak kabartmaya
çalıştım. Her yerden aynı anda siren ve korna sesleri geliyordu, kafam
kazana dönmüştü! Kafamı pencereden uzattığımda ise, gecenin bu saatinde
bomboş olması gereken mahallemin sokaklarının insan kaynadığını gördüm.
Mahalle baskısından bu saatte mümkün değil dışarı çıkamayacak kadınlar,
ailenin bakım derdine düşmüş; fırınlardan ekmek almaya ve açık yerlerden
gıda stoklamaya çıkmıştı. Dün gece korkuyu iliklerine kadar
hissedenler, yine tank ve postalları yakından tanıyanlar olmuştu.
Böylelikle askeri darbelerin halkın, ama özellikle de kadınların
belleğinde bıraktığı izleri bir kez daha hissettim.
Bu kavga sizin! Benim/Bizim değil!
Tabii
bu arada Kürdistan’da halka sokakları yasaklayanlar, birden bire halkı
sokaklara çağırır olmuştu. Faşist-gerici güruh, özel harekât polislerini
de arkasına alarak, ellerinde Türk bayraklarıyla devlet kurtarıyordu!
Duyarlı(!) olmalarıyla tanınan bu vatandaşlar, insanları milli iradeye
sahip çıkmaya çağırıyor; çağrıya uymayanları sopalarla “demokratik” bir
şekilde dövüyorlardı. Türk askerinin rütbesi ise bir gecede sökülmüş; “kahraman Mehmetçik” bir anda “vatan haini” olmuştu.
Gecenin
ilerleyen saatlerinde yorgunluğuma yenik düşerek, TV kanallarının yayın
akışına devam etmesine ve internete erişimde herhangi bir sorun
yaşanmamasına da güvenerekten, kendimi uykunun derinliklerine bıraktım.
Bizim mahalle İstanbul’un biraz dışında kalıyordu, “bir şey olursa gelmeleri sabahı bulur”
diye düşündüm. Hiç yoktan gürültüye uyanırdım, sonuçta tedirgin
yattığım başka zamanlar da olmuştu. En azından uyandığımda biraz
dinlenmiş olurdum.
Saat
06.00 sıralarında uyandığımda, Meclis’in ve İstanbul’un çeşitli
yerlerinin bombalanmış olduğunu, iki yüzü aşkın insanın ölümü, yüzlerce
insanın yaralanması ve iki bini aşkın askerin gözaltına alınması
sonrasında “asayişin sağlandığını”
öğrendim. Bir gecede ortaya çıkan bu bilançoyla, oyun gereği gibi
sergilenmiş; oluk oluk kan akıtılarak huzur ve sükûn sağlanmıştı!
Kürdistan’da aylardır sokağa çıkma yasakları ve ablukalarla yürütülen
kirli savaşın, sadece postal sesleri dinletilmiş; bir gecede halka “seçim sizin” sinyali verilmişti.
Kürt halkını katletmek için girdiği savaşta öldürüldüğünde “şehit”, “kahraman”
ilan edilen “henüz üç aylık evli”, “nişanlı”, “terhisine bir hafta
kalmış” vs. 20 yaşındaki erlerin, iktidar savaşı içerisinde üstlerinden
aldıkları emirleri yerine getirirken “hain”
ilan edilmeleri; teslim oldukları halde, ne için savaştıklarını bile
anlayamadan boğazı kesilerek öldürülmeleri, bu histerinin son sahnesi
oldu. Ellerinde kemerlerle dövdükleri askerleri “karı gibi” ağlatanlar, yarı çıplak şekilde gözaltında tutanlar, bu erkeklik yarışında artık daha bir “erkek”ti! Hele tankın üzerinde ellerinde Türk bayrakları İstiklal Marşı okuyanlar! Onlar en “erkek”ti! Günlük yaşamda, zaten büyük oranda erkek işgali altında olan kamusal mekânların, dün gece erkekliğin şiddet sahnesine dönüşmesi; devletin sokağa çıkma çağrısına ilk kulak verenlerin erkekler olması tesadüf olabilir mi!
Gerçek
şu ki; sokakta gördüğü her kadını taciz etme, kendisini reddeden kadına
tecavüz etme hakkını kendinde bulabilen; boşanmak istediği ya da
evlenmek istemediği için bir kadını boğazını keserek ya da onlarca
yerinden bıçaklayarak katledebilen bu erkeklik, “devlet baba”sının geleneğinden çok fazla şey öğrendi. Toprakların “sahibi” olanların, kadınların bedenlerini de “işgal”
etmeleri, tarihsel bir mirastı çünkü. Darbe ya da demokrasi! İktidar
sahipleri gücünü yitirdiğinde, devletin “yönetim” şekli dönem dönem
değiştiyse de, devletin karakteri hiç değişmedi. Köyleri yakılıp yıkılan
Kürt kadınlarının belleğinde “asker” ne demekse, tutsak edilerek işkencelerden geçirilen devrimci kadınların belleğinde de “jitem” o demekti.
Şimdi,
devletin güvenliğine (!) yönelik her tehdidin hesabı, halka ve
devrimcilere ne kadar kesilecekse; daha da fazlası kadınlara
kesilecektir. Eğer sokaklar hiç olmadığı kadar erkeklerin işgalindeyse;
bu, devletin direnerek tarihini yeniden yazan kadınlarla yarım kalan
hesabıdır en çok! Çünkü her erkek biraz devletse de, her devlet % 100 erkektir!
Kendi tarihimi yazıyor ve size sesleniyorum:
Nefret dolu dünyalarınızla yürüttüğünüz iktidar savaşı sizin olsun!
Bu kavga, erkekliğinizin kavgası!
Bu kavga, sizin kavganız!
Ama, asla bizim değil!
nidal
No comments:
Post a Comment